Geçtiğimiz Cuma günü TV 5’te İshak Beyazay’ın sunduğu Günden Yansıyanlar programında konuktum. Bu kez günden benim yansımam istenmişti. Program sonrası yayınevi sahipleri beni yemeğe götürdü. Yemek yedik, yeni projeleri konuştuk, planlar yaptık. Her şey güzeldi ama malum her gidişin bir dönüşü vardır.
İstanbul’un taşı toprağı altın mı bilmem ama trafiği yoğun, zaman yollarda geçerken insanı kahrediyor. Ardından, beni bir önceki gün geldiğim aynı firmanın tevafuk aynı plakalı otobüsüne bindirip İstanbul’un en başından uğurladılar. Önceki gün on numaralı tekli koltukla paşalar gibi gitmiştim. Otobüs bir iki yere daha uğradığında İstanbul ancak bitiyor.
Son olarak Alemdağ’dan yolcu alırken altı numaradaki cam kenarındaki koltuğuma yerleştirdiğim yorgun bedenimi zor bela ikna edip beş dakika aşağıya indim. Hava soğuktu. Gecenin nasıl geçeceği endişesiyle terminalin bilindik koşuşturmaların içinde etrafı seyrettim. Akşamın onu, günün sonu… Herkes bir telaş içinde. Kiminin gözünde hasret, kiminde nefret…
Soğuğa yiğitlik olmaz derler, yolcu da hem yolunda hem koltuğunda gerek… Yeniden bindiğimde yerime başka birinin oturduğunu gördüm. Oh… Ne güzel… Benim mis gibi cam kenarındaki koltuğuma yerleşmiş, kucağındaki çantayı sinirli olduğu her halinden belli eden haliyle sıkı sıkı tutuyor. Zaten ilk durakta cinsiyetimin yanlış yazılmasından dolayı yapılan yanlışlık düzeltilmiş beni altı numaraya almışlardı. Şimdi bu bayanın yerime oturması hiç hoş olmadı doğrusu. Ağzımı açacak halim kalmamış gün boyu koşturmaktan… İnsan bilmediği şehirde daha çok yoruluyor.
Bütün kibarlığımı o ana saklamış ses tonumla:
“Af edersiniz, orası benim yerimdi,” diye seslendim. Birden hışımla yüzünü döndü.
“Hayır!” dedi, yalnız olsak dövecek gibiydi. O da bütün sinirini ses tonuna saklamıştı. “Benim ki altı numara…”
“Benimki de altı numara. Bir saattir orda oturuyorum.”
“Bir otobüste bir tane altı numara olur!” diyerek pencereye çevirdi başını. Ben ayaktaydım ve bu tavrından hiç hoşlanmadığım yüzüme bakmadan da anlaşılıyor olmalıydı. Yolcuları rahatsız etmeye gerek duymadım. Sessizce beş numaraya oturdum -bazen cesaretime hayran kalıyorum- elimle omzuna dokundum:
“Yorgunsunuz galiba…” dedim. Ardından hemen çektim, neme lazım dövmeye kalksa etim ne budum ne. Kendimi savunacak dermanım yok. Yine yüzüme bakmadan ve yine aynı sert tavrı ve yüksek sesiyle:
“İşten çıkıp geldim,” dedi.
Sustum. Susmak o kadar çok sorunu hallediyor ki inanamazsınız.
Eh, muavin gelsin sorarız. Bu arada acaba ben mi yanlış biliyorum diye biletime baktım. Hayır, koltuk numaram altı idi ve pencere kenarıydı. Sanki ne varsa pencere kenarında? Hayır, gece yarısı ne manzarası göreceksin yani değil mi? Biliyorum, bu hususta muavin kesin beni ikna eder, sonunda “neyse tamam onun olsun” derim biliyorum. Koltuklar, her zaman gelip geçici oysa… Aklıma baka şeyler de eliyor ama inanmak istemiyorum. İkinci bir yanlışlığı yapacak değil ya firma. Kemal Sunal’ın filmindeki gibi aynı evi beş kişiye satmadı ya bu kişi.
Bu arada koltuk arkadaşımın(!) telefonu çaldı. Geçmek için izin bile istemeden iri yarı bedeniyle paldır küldür kalktı, yol vermek için ayağa kalktım. Konuşmaya başlamıştı çoktan, belki de o yüzden(!) müsaade isteyemedi.
“Evet, bindim ben, sen neredesin ki? Aşağıda mı?”
İnmişti.
Otobüs kalkmak üzereydi. Ve hâlâ yoktu. Biraz sonra başka bir bayan geldi. Hafif kilolu siyah saçlı, güler yüzlü…
Bana bakıp gülümsedi:
“Orası benim yerim! Beş numara…”
Hay sizin koltuğunuza da, numaranıza diyecektim ki kadının yüzündeki gülücükle bütün yorgunluğumun gittiğini fark ettim. Altı numaraya geçip oturdum.
Otobüs kalktı.
Biz beş numaradaki yeni koltuk arkadaşımla arada birbirimize gülümseyerek geldik.
Haaaa… Diğer altı numaralı yolcu mu?
O aynı firmanın yanımızdaki otobüsüne geçti. Zaten demişti: “Her otobüste bir altı numaralı koltuk olur.”
SON